top of page

“‘AB zaten bizi istemiyor’: Çifte Standart Kaygısı”

  • Yazarın fotoğrafı: Sude Yılmaz
    Sude Yılmaz
  • 7 Haz 2024
  • 9 dakikada okunur

Türkiye'nin AB Yolunda Tıkanmasının Noktaları: Yerel Yönetimlerde Özerklik Şartı, Vize Serbestisi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler

 

ree

Türkiye gündeminde yıllardır AB ile olan müzakereler büyük bir yer tutuyor; bu konu halk tarafından da ilgiyle takip ediliyor fakat 2005’ten bu yana var olan süreçte Türk halkı AB’ye giriş sürecinin bir türlü tamamlanamıyor oluşunun altında artık farklı nedenler arıyor. Bu nedenler ülkede yıllardır en çok tartışılan mevzulardan birisi. Araştıran ve süreci yakından takip eden halkın bir kısmı, Türkiye'nin AB'nin taleplerine tam olarak uyum sağlayacak siyasi ve yargı reformlarını gerçekleştiremediğini düşünüyor. Özellikle yargı bağımsızlığı, insan hakları ve temel özgürlükler konusundaki eksiklikler bu görüşün temelini oluşturuyor. Fakat var olan bir diğer kısım ise AB’yi yıllardır çifte standart uygulamakla, diğer aday ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’ye daha sert ve katı davranmakla ve kültürel-dini farklılıklar nedeniyle Türkiye’ye önyargılı davranmakla suçluyor. Bu grupta yer alan kesim Türkiye'nin kültürel, dini ve coğrafi olarak Avrupa'dan farklı olduğunu ve bu farklılıkların AB üyeliği sürecinde sorun yaratan en önemli faktör olduğunu da savunuyor. Bu savunmayla birlikte üye olunsa bile Avrupa’ya entegre olamayacak bir toplum olduğumuza dair geniş bir algı da yaratılmış oluyor. Peki tüm bunların yanında Türkiye gerçekte neden süreçte bu kadar sıkıntı yaşıyor, gerçekten AB bize karşı çifte bir standart mı uyguluyor yoksa var olan eksiklikler sürecin uzamasını mı tetikliyor? Bu haber başlığında bu durumun altında yatan örnek olarak 3 eksiği inceleyeceğiz ve şu soruya yanıt arayacağız “AB halk arasındaki genel kanıda yer aldığı gibi sadece Türkiye’yi istemediği için mi yoksa eksikliklerin var olmasından kaynaklı mı süreci yıllardır uzatıyor?”

 

AB sürecinden önemli bir başlık: “Yerel Yönetimlerde Özerklik Şartı”

 

Türkiye 1992 yılında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı imzalamış ve 1993 yılında onaylamıştı ancak bazı çekinceler koyarak uygulamada tam anlamıyla uyum sağlayamamıştı. Bu uyumsuzluktan kaynaklı AB Türkiye’nin konu hakkındaki reformlarını yeterli bulmamıştı. İlk olarak bu bahsedilen şart nedir onu incelemekle başlayalım.

 

Bilindiği üzere Avrupa Birliği üyelik sürecinde aday ülkelerden beklenen birçok siyasi ve hukuki şart bulunuyor. “Kopenhag Kriterleri” olarak bilinen bu şartlar 1993 yılında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan AB Zirvesinde belirleniyor. Bu kriterler 3 ana başlık altında toplanıyor:siyasi, ekonomik ve müktesebatın kabulü. Bu genel kriterlerin yanı sıra AB Komisyonu her aday için detaylı bir değerlendirme yapıyor ve her ülkenin durumuna göre spesifik gereklilikler belirliyor. Aday ülkeler ise bu kriterlerin yerine getirilip getirilmediğini göstermek için çeşitli reformlar yaparak bunları uygulamaya çalışıyor. Yazımızın başında da bahsettiğimiz iki gruba ayrılmış fikirlerde AB’nin “çifte standart” uyguladığını düşünen kesim belki de düşüncesinin temelini bu spesifik gerekliliklere dayandırıyor. Fakat sebeplerden biri buysa bile tek sebep bu olabilir mi?

 

“Avrupa Yerel Yönetimlerde Özerklik Şartı” AB üyelik sürecinde aday ülkelerden beklenen birçok siyasi ve hukuki reformdan birisi. Buna göre yerel yönetimlerin anayasal ve yasal statülerinin korunması, yerel yönetimlerin kendi yetki alanları dahilinde özerkliklerini kullanabilmeleri, mali kaynakların yeterli ve bağımsız hale getirilmesi, katılımcı demokrasinin teşvik edilmesi gibi durumlar amaçlanıyor. 1992 yılında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı imzalayan Türkiye 1993 yılında onaylayarak süreci başlatıyor fakat bazı çekinceler ortaya koyuyor. Buna göre yerel yönetimlerin yetki ve görevlerinin, yerel halkın en yoğun olduğu birime devredilmesi, mali kaynakların çeşitlendirilmesi ve arttırılması ve yerel yöneticilerin seçilme şartlarının belirlenmesi konusunda talep edilen şartlar AB tarafından; yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarının sınırlı kalmasına ve merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetiminin devam etmesine yol açmasından kaynaklı eleştiriliyor. Bu konuda AB devamlı olarak Türkiye’ye yerel yönetimlerin özerkliğini tam anlamıyla sağlaması ve çekincelerin kaldırılması yönünde sürekli çağrıda bulunuyor. Fakat Türkiye bu çağrılara yeterli yanıtı veremiyor. Neden?

 

Türkiye tarihsel olarak merkeziyetçi bir yönetim yapısını benimsemiş bir ülke. Merkezi yönetim yerel yönetimlerin özerkliğini artırmanın kendi yetki ve kontrol alanını daraltacağından endişe duyuyor ve merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetimi kaybetme korkusuna neden oluyor. Özellikle bu konuda kaygı taşınmasının temel gerekçelerinden biri yerel yönetimlerin güçlenmesinin, merkezi yönetimin bazı yetki ve sorumluluklarını yerel yönetimlere devretmesini gerektirecek olması. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde var olan Kürt nüfusu da Türkiye’nin bu konuda tereddütlü yaklaşmasına sebebiyet veren konulardan bir tanesi. Bu bölgelerde yaşayan Kürt nüfus, uzun yıllardır merkezi yönetimden daha fazla özerklik talep ediyor. Merkezi yönetim, yerel yönetimlerin özerkliğini artırmanın, bu bölgelerde ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesine ve ülkenin bölünmesine yol açabileceğinden endişe ediyor. Tabi ki bu konuya ayrıyeten PKK gibi terör örgütlerinin etkin olduğu noktalarda yerel yönetimlerin güçlenmesinin ciddi bir tehdit oluşturacağı ve terörle mücadele kapsamında güvenlik açığına yol açacağı endişesi de ekleniyor. Yine de tüm bunların yanında Türkiye orta yolu bulabilmek adına zamanında bazı reformlar gerçekleştirmeye çalışmıştı. Örneğin 2012 yılında kabul edilen Büyükşehir Yasası (6360 Sayılı Kanun), büyükşehir belediyelerinin yetki ve sorumluluklarını artırarak, yerel yönetimlerin daha etkili hizmet sunmasını amaçladı. Bu yasa, özellikle büyükşehir statüsüne kavuşan Diyarbakır, Van, Mardin gibi Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde yerel yönetimlerin daha fazla yetki kazanmasına olanak tanıdı. Ancak, güvenlik endişeleri ve siyasi faktörler nedeniyle bazı reformlar ve projeler istenilen düzeyde sürdürülemedi.


Öte yandan Kürt halkı da sahip olmak istediği Yerel Yönetimlerde Özerklik konusunda Türkiye’den bazı taleplerde bulundu. Kürt siyasi hareketleri, demokratik özerklik adı altında, kendi kendini yönetme hakkı ve yerel düzeyde daha fazla siyasi temsil isteğinde bulundu. Bu modelde, yerel yönetimlerin merkezi yönetimden bağımsız olarak kendi kararlarını alabilmeleri öngörülmekteydi. Bu talepler, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve merkezi yönetimle daha dengeli bir yetki paylaşımı sağlanmasını amaçlamaktaydı. Bu taleplerin karşılanması, Türkiye'nin genelinde daha demokratik, adil ve eşitlikçi bir yönetim anlayışının yerleşmesine katkıda bulunabilirdi. Ancak, bu süreçte karşılıklı diyalog, müzakere ve uzlaşı büyük önem taşımakta ve henüz bir sonuca varılabilmiş değil.


AB reform taleplerinden olan “Yerel Yönetimlerde Özerklik Şartı’nın Türkiye tarafından çekincelerle karşılanmış olmasının sebeplerinden bazıları bu şekilde. Türkiye bu konuda orta yol ve barışı sağlayabilmek adına bazı çalışmalarda bulunmuştu. Örneğin 2009 yılında başlatılan Demokratik Açılım süreci, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollarla çözülmesini amaçladı. Bu süreç, Kürt vatandaşların hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi, kültürel hakların tanınması ve terörle mücadelede yeni yaklaşımlar benimsenmesini içeriyordu. Bu kapsamda bazı adımlar atıldı;Kürtçe yayın yapan TRT Kürdi kanalı açıldı, Kürtçe kursları serbest bırakıldı, üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü açıldı fakat bu çözümler iki halk arasında barış köprüsünün inşası için yeterli değildi.2013-2015 yılları arasına geldiğimizde bu kez bir “Çözüm Süreci” ne girildi. Bu süreç PKK ile müzakereleri içeren bir barış süreciydi ve amaç, silahların bırakılması ve kalıcı barışın sağlanmasıydı. Ancak, süreç istenilen sonuçları veremedi ve 2015'te sona erdi. Hala daha iki halk arasında çözüme kavuşturulamamış birçok konu bulunuyor bu konular AB’nin reform taleplerine karşın Türkiye’nin tereddütlü bir yaklaşımı benimsemesine neden olan etmenlerden biri haline geliyor. Başta bahsettiğimiz soruya geri dönersek AB’ye giriş sürecinde talep edilen yeterliliklerin tesis edilememesi süreci zorlaştırmada etkin bir rol oynuyor denilebilir.

 

Fakat “Yerel Yönetimlerde Özerklik Şartı’nı yalnız Kürt toplumu kapsamına değerlendirmek eksik bir ifade olacaktır. Yerel yönetimler konusunda Türkiye’nin uzun yıllardır sıkıntı yaşadığı ve henüz çözüme kavuşturulamamış bir diğer başlık da AB’nin talep ettiği “Yerel Yönetimlerin Kapasitesinin Artırılması” şartı olarak gösterilebilir. Yerel yönetimlerin kapasitesi konusu yerel yönetimlerin etkin, verimli ve hesap verebilir bir şekilde hizmet sunabilme yetenekleri ile ilgili bir konu. Türkiye'deki yerel yönetimlerin kurumsal kapasitesi ise genellikle sınırlı. Özellikle küçük belediyeler ve kırsal bölgelerdeki yerel yönetimler, nitelikli personel istihdamı ve modern yönetim teknikleri konusunda eksiklikler yaşamakta.Bu durum, yerel yönetimlerin kendi yetki alanlarındaki hizmetleri etkin bir şekilde sunmalarını zorlaştırıyor. Bunun yanında yerel yönetimlerin mali kaynakları, merkezi hükümetten aldıkları paylar ve kendi gelirleri olmak üzere iki ana kaynaktan oluşuyor. Türkiye'de yerel yönetimlerin mali bağımsızlığı sınırlı ve büyük ölçüde merkezi hükümetten gelen transferlere bağımlı. Kendi gelirlerini artırma konusunda yeterli yetkilere sahip olmayan yerel yönetimler, mali yetersizlikler nedeniyle pek çok hizmeti sağlayamıyor. Bu şartlar altında ise kaynak yetersizliği başta olmak üzere sıkıntı yaşayan yerel yönetimler AB’nin talep listesinde yer alan “Yerel Yönetimlerin Kapasitesi” başlığı altındaki şartları yerine getiremiyor. Türkiye'deki yerel yönetimlerin kapasite sorunları, kurumsal, mali, personel, teknolojik, planlama ve yönetim ve hesap verebilirlik alanlarında ciddi eksiklikler içeriyor. Bu sorunların çözümü için merkezi yönetimin destekleyici politikalar geliştirmesi, yerel yönetimlerin kapasitelerinin artırılması için gerekli kaynakların sağlanması ve yerel yönetimlerin kendi kapasitelerini geliştirmeye yönelik çabalarının artırılması sorunların giderilmesi açısından iyi bir çözüm yöntemi gibi gözüküyor. Türkiye’nin yerel yönetimlerde “Özerklik” adına hangi adımları atacağı ise önümüzdeki yılların devam edecek konularından bir tanesi gibi gözüküyor.

 

72 kriter: Vize Serbestisi Diyaloğu


AB ile Türkiye arasındaki Vize Serbestisi diyaloğu Türk vatandaşlarının Schengen bölgesine vizesiz seyahat edebilmelerini amaçlamaktaydı. Süreç 2013 yılında başladı ve her iki tarafın da vaat ve taleplerini içeriyordu. AB’nin taleplerinden başlayacak olursak AB Türkiye’nin 72 adet şartı yerine getirmesini istedi. Bu şartlar arasında yerine getirilemeyen 6 adet önemli madde bulunuyor. Bu maddelerden bir tanesi de “AB standartlarında kişisel verilen korunması ve düzenlemesinin kabulü ve uygulanması” GDPR tarafından belirlenen yüksek koruma standartlarını içeren maddeye göre Türkiye, GDPR ile uyumlu düzenlemeler yaparak AB ile vize serbestisi ve diğer anlaşmalar kapsamında ilerleme kaydedebilmek için bu standartları karşılamak zorunda ve bu karşılama için Türkiye’nin atması gereken ek adımlar var. Türkiye’de KVKK kapsamında bağımsız bir otorite faaliyet gösteriyor ancak AB beklentilerine göre bu bağımsızlığın daha da güçlenmesi ve veri sahiplerinin haklarının genişletilmesi gerekiyor. Fakat Türkiye bağımsız otoriteyi güçlendirmek adına herhangi yeterli bir çalışma göstermiyor. Bu konu hakkında Türkiye’de oluşan kamuoyu tepkisine Avrupa Birliği Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor AB ülkelerinin Türk vatandaşlarına Schengen vizesi almayı zorlaştırarak yaptırım uyguladığı iddialarının kendisini şaşırttığını söyleyerek, “AB’nin Türk vatandaşlarına sıkıntı çıkarmak için ortak bir anlaşmaya vardığını düşünmek hayal ürünüdür” diyor. Ayrıca Amor, Türkiye’de son aylarda süregelen Schengen vizesi tartışmasında kullanılan bazı söylemleri “yapmacık” bulduğunu ifade ederek, çözümün vize serbestisinde olduğunu; halkın neden hala serbestinin sağlanamadığını yönetime sorması gerektiğini dile getiriyor.72 kıstastan yalnız 6 tanesinin kaldığını ve bunların neden yerine getirilmediğine dair bir açıklama istediklerini belirten Amor Türk kamuoyunun beklediği gibi bir açıklamayı kendilerinin de istediğini söylüyor. Fakat bu durum Türkiye’de yeterli bir yankı uyandırmazken AB toplum tarafından “Vize Serbestisi” sağlamamakla eleştiriliyor. Bu duruma TL’nin ciddi bir değer kaydı yaşamış olması da eşlik ediyor. Amor tarafından Türk vatandaşının Schengen almak için Euro ile beklenen garantileri karşılayamadığı ifade ediliyor ve bu durum ülkede sıklıkla var olan olağanüstü durumlardan kaynaklı AB’den tamamen bağımsız bir şekilde giderek kötü yönde tetikleniyor.

ree

Vize Serbestisi konusunda; bahsettiğimiz gibi Avrupa Birliği Türk kamuoyundan ciddi tepkiler görüyor fakat bu durumda yönetimin payı hakkındaki tartışmalar yetersiz gibi gözüküyor.2023 seçimleri öncesinde Brüksel’in Türkiye’nin üyelik sürecini tekrar yürür hale getirmeye hazır olduğunu AP Raportörü dile getirmişti ve kurulacak hükümetten bekleyecekleri şeyin Kopenhag Kriterleri’ne dönüş olduğunu eklemişti. Fakat mevcut yönetimin devamını getiren seçim sonuçlarından sonra ne yazık ki diğer birçok başlık gibi “Vize Serbestisi İlkesi” talepleri de henüz yerine getirilemedi.

 

Türkiyede var olan temel sorunlardan bir tanesi: İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler


Türkiye ile Avrupa Birliği arasında yıllardır süren üyelik müzakerelerinde en temel eksikliklerden birisi olan insan hakları ve temel özgürlükler konusu büyük bir engel teşkil ediyor. AB, Türkiye'nin üyelik sürecinde ve vize serbestisi diyaloğunda belirli insan hakları standartlarını karşılamasını talep ediyor. Ancak, Türkiye'nin bu talepleri yerine getirmekte yaşadığı zorluklar, AB ile ilişkilerinde ilerleme sağlanmasını zorlaştırıyor. İlk olarak ifade özgürlüğü konusundaki eksiklikler bu konuda ön plana çıkıyor. Türkiye’de yaşayan halkın büyük bir korku yaşamasına sebebiyet veren ifade özgürlüğünün kısıtlı olduğunu görebilmek için illaki önemli araştırmalarda bulunmak gerekmiyor. Günlük hayat içerisinde ifade ettiği fikirlerinden kaynaklı birçok insan hapis cezasına çarptırılmak gibi ciddi neticelerle karşılaşıyor öyle ki halk artık yalnızca bir sosyal medya platformu olan “X”te dahi fikirlerini ifade etmekten çekince duyuyor. Özellikle yönetime karşı gerçekleştirilen eleştiriler sonucunda yaşananlar halkın gün geçtikçe korkusunun artmasına hatta eleştiri yetisini giderek kaybetmesine sebebiyet veriyor. İşini, ailesini ve hatta özgürlüğünü kaybetmekten korkan halkın gün geçtikçe bu hale geliyor olması ne yazık ki doğal karşılanan bir durum.

ree

Halkın yanı sıra mesleği eleştiri ve görüşlerini ifade ederek kamuoyunu bilinçlendirmek temelinden oluşan gazeteciler, yazarlar ve sivil toplum aktivistlerinin özgürce çalışabilmesi; sansür ve baskı olmadan fikirlerini dile getirebilmesi gün geçtikçe Türkiye’de neredeyse imkansız hale geliyor. Fikirlerini ifade etmekten geri durmayan kesim ise ne yazık ki en iyi ihtimalle hapis cezasına çarptırılıyor. Avrupa Konseyi'nin kamuoyuna açıkladığı bir rapora göre "Türkiye dünyada en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülke". Raporda ayrıca 2018 sonu rakamlarıyla Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde cezaevinde olan 130 gazeteci den 110'u Türkiye'de bulunuyor. Bu şartlar göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de bir ifade özgürlüğünün bulunduğundan bahsetmek ne derece doğru olur sorusu siz okurların kendi fikirlerine kalmış bir konu.

 

AB’nin taleplerinin ne derece karşılandığını bu doğrultuda değerlendirmeden önce taleplerinin neler olduğundan bahsedelim. İfade ve basın özgürlüğü listenin başında yer alıyor fakat başta bahsettiklerimize dayanarak Türkiye’nin bu talepleri karşılamak bir yana halkına kendine yetecek kadar bir özgürlüğü dahi sağlayamadığı açıkça gözüküyor. Dolayısıyla AB’nin bu konuda Türkiye’den beklediği şartlar doğal olarak yerine getirilemiyor. Bunun dışında listede “Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü” de yer alıyor. Bu konunun da Türkiye’de nasıl işlediği hakkında biraz bilgi vermekle başlayalım.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 9 Kasım 1982'den bu yana geçerli olan anayasayı kullanıyor ve bu anayasanın 34’üncü maddesine göre “herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” ifadesi yer alıyor. Yani hukuki olarak bakıldığında aslında Türk halkı anayasa temeline dayanan doğal bir “Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü ” hakkına sahip. Çünkü örgütlenme ve toplanma özgürlükleri tanımları ve temel amaçları itibariyle bireylerin kendilerini daha iyi ifade edebilme ve gereken hallerde kamuoyu oluşturabilme çabasının en önemli araçları, dolayısıyla Cumhuriyet temelinde kurulmuş bir ülkenin halkının bu hakka sahip olmadığını düşünmek bile doğru gelmiyor. Fakat ülkemizde olaylar ne yazık ki anayasaya güvenerek ya da dayanarak ilerlemiyor.28 Mayıs günü 11.yılının kutlandığı “Gezi Parkı” eylemleri halkın hafızasında en çok yer edinmiş olaylardan bir tanesi ve “Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü “nün nasıl işlediğini örneklendirebilmek açısından iyi bir başlık.

 

2013 yılında ilk olarak İstanbul'daki Taksim Gezi Parkı için hazırlanan kentsel gelişim planına karşı çıkmak amacıyla düzenlenen, daha sonrasında ifade özgürlüğü, medya sansürü, gibi toplumsal sorunlara ve baskıcı yönetime karşı toplumsal bir harekete dönüşen protestolarda 11 kişi hayatını kaybetti, 8.000'den fazla kişi yaralandı ve 3.000'den fazla kişi tutuklandı. Bu olaylar doğal olarak yalnız Türk basınında değil Uluslararası basında da yakından takip edildi; Türk halkının yanı sıra Avrupa halkının da ilgisini hatta desteğini gördü. Protestolar sonrası parkta düzenlenmek istenen projenin dayanağı olan planlar İstanbul 1. İdare Mahkemesi tarafından 6 Haziran 2013 tarihinde iptal edildi fakat o güne kadar geçen süreçte Dünya” İnsan Hakları” kapsamında değerlendirilemeyecek görüntülere şahitlik etti.

 

Olaylar sırasında Avrupa Konseyi "Prensip olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nce belirlenen sınırlar içindeki ifade özgürlüğüne saygı gösterilmesine önem verdiğini ve güvenlik birimlerince orantısız güç kullanılmasına karşı olduğunu belirtti. Avrupa Birliği'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Stefan Füle'nin Sözcüsü Peter Stano “Türkiye AB adayı bir ülke. Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü tesis edilmelidir. Tabii ki burada kamu güvenliğinin korunması da önemli.” ifadelerinde bulundu.13 Haziran 2013 yılında toplanan Avrupa Parlamentosu ise mümkün olduğunca diplomatik bir üslupla Türk yönetiminin Gezi Parkı eylemlerini yönetiş şeklini protesto eden bir karar aldı.

 

Başta bahsettiğimiz AB’nin İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler başlığı kapsamında yer alan “Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü” talebi Türkiye tarafından, bahsettiğimiz Gezi Parkı gibi birçok benzer eylemde de görüldüğü üzere tesis edilmekten çok uzakta yer alıyor. Yönetim halk üzerindeki baskısını azaltmamakla birlikte her geçen gün kontrol gücünü arttırıyor. Belki de halkımızın artık konuyu yalnız “AB üyesi olmak” adına AB’yi eleştiren bir düzeyde değil AB üyesi olunamasa dahi talep edilen şartlar yerine getiriliğinde en azından kendi içerisinde refah ve barış düzeyi daha yüksek bir topluma erişilebileceği umuduyla yaklaşması ve değerlendirmelerini bu yönde yapması gerekiyor.

 

Yorumunu herkesin kendince yapabileceği bir konu fakat haberimizi noktalamadan önce şu soruyu yeniden sormak gerekiyor: “AB halk arasındaki genel kanıda yer aldığı gibi sadece Türkiye’yi istemediği için mi yoksa eksikliklerin var olmasından kaynaklı mı süreci yıllardır uzatıyor?”

 
 
 

Yorumlar


bottom of page