top of page

İkinci Cumhuriyet

  • Yazarın fotoğrafı: Kenan Erer
    Kenan Erer
  • 5 Tem
  • 3 dakikada okunur


Memleketimden uzakta, Brüksel’de liberalizmin şerbetini fondip yapıp kafayı bulmuş olabilirim. Yazılarım da bu çerçevede değerlendirilsin lütfen.

2002’de iktidara geldiklerinde, sünepe yönetimlerden bıkmış, kağnı gibi ağır aksak ilerleyen bürokrasiden umudunu kesmiş birçok liberal görüşlü insan için AKP bir umut olmuştu. Benim o tarihte 22 yaşında bir genç olarak, hayatımda memleket meselesinden daha kıymetli meşgalelerim vardı: müzik ve aşk gibi...

Zaman içerisinde bu süreci inceledim mi, yoksa sadece maruz mu kaldım, tam emin değilim. Ama kendimi, bu inanılmaz değişimi sabah akşam takip eden biri olarak buldum. Müzik ve aşk hayatımdan çıkmadı ama sadece onlar kalsın isterdim; bir de, hiç haddim olmayarak, memleket meselesini düşünür oldum. Hatta düşünmesem kendimi suçlu hisseder hale geldim.

Avrupa’da yaşamaya başladıktan sonra fark ettim ki buradaki yaşıtlarım, yaşadıkları ülkenin ne Genelkurmay Başkanı'nın adını bilir, ne kaç adet yangın uçağı var onunla ilgilenir, ne de “mutlak butlan” gibi, sadece hukukçuların bilmesi gereken kavramlara aşinadır. Doğalı da bu aslında, ideal dünyada: beş yılda bir önüme sandık gelsin, ülkeyi yönetecek ekibi seçeyim; sonra işime gücüme konsantre olayım. Bana ne ihaleden, belediye başkanından, rüşvetten ya da yangınlardaki ihmallerden... Çünkü seçtiğim yönetim, benim adıma tüm bunlarla ilgileniyor olmalı.

Ama ideal dünyadan çok uzaktayız.

Sıklıkla iş icabı Avrupa’ya gelen bir arkadaşım bana hep şöyle der: “Sana ne Türkiye’den birader, Avrupa’nın tadını çıkarsana.” Belki bu yazıyı okurken sizin de içinizden buna benzer şeyler geçecek. Haklısınız belki. Ama unutulmamalı ki bazı milletler, dünyanın neresine giderse gitsin, kültürünü, yemeğini, acısını, gülüşünü beraberinde taşır.Sting, "I’m an Englishman in New York" şarkısında nasıl Amerika’da yaşayan bir İngiliz olabiliyorsa, Türkiye Masterchef jürisindeki İtalyan dostumuz Danilo da Türkiye’de yaşamakla birlikte her İtalyan peynirini gördüğünde “Ah memleketim!” diyebiliyorsa, biz Türkler de nerede yaşarsak yaşayalım memleketi içimizde taşırız. Kayıtsız kalamayız.

Memleketten uzağa çıkınca, hele hele Brüksel gibi her milletten insanın gelip geçtiği bir şehirde yaşarken, insan bazı olaylara dışardan bakmayı az da olsa başarabiliyor.

Ben, 2002’den günümüze yaşanan sürecin, kontrollü bir “İkinci Cumhuriyet” geçişi olduğunu düşünüyorum. Yazılarımı bu düşünce doğrultusunda temellendirmeye çalışacağım. Ama kendi memleketime geçmeden önce, “Sanki Avrupa’da her şey çok mu iyi?” diyecek olanlara bir parantez açmak istiyorum. Hemen akla gelen bazı yakın dönem yolsuzluk skandallarını hatırlayalım ve sonra esas konumuza dönelim.


Avrupa’nın “Tertemiz” Siyaseti: Gerçekten Öyle mi?
Türkiye’de yaşananları dışardan izlerken insanın aklına bazen şu soru geliyor: “Avrupa’da olsa böyle mi olurdu?” Evet, belki birçok açıdan daha şeffaf, daha hesap verebilir yapılar var burada ama zannetmeyin ki her şey gül gibi. Avrupa’nın siyasi kulislerinde dönen dolaplar da az buz değil.

Mesela daha 2022’de patlayan Qatargate skandalı… Avrupa Parlamentosu’nun kalbinde yaşandı. Katarlı yetkililerin, kararları kendi lehlerine çevirmek için milletvekillerine bavulla para taşıdığı ortaya çıktı. Yolsuzluk hikâyesi değil, adeta bir Netflix senaryosu gibiydi. Avrupa Parlamentosu üyesi Eva Kaili gözaltına alındı; Belçika polisi evlerden toplam 1,5 milyon euro nakit para çıkardı. Brüksel’in göbeğinde, şeffaflık tabelası altında oynanan bu karanlık oyun hâlâ soruşturuluyor.

2008 yılında Siemens’in Yunanistan’da kamu ihalelerini kazanmak için kurduğu rüşvet ağı da büyük ses getirmişti. Yunan politikacılar, devlet görevlileri, Alman devinin listesinde birer satır gibiydi. İş öyle büyüdü ki, Siemens sadece bu işten dolayı dünya genelinde 1,6 milyar dolar ceza ödemek zorunda kaldı.

Roma’da 2014’te ortaya çıkan Mafia Capitale dosyası hâlâ hafızalarda. Belediye ihalelerinin mafya bağlantılı gruplarca organize biçimde paylaştırıldığı, siyasetçilerin bu yapılarla kol kola olduğu belgelenmişti. Öyle ki “beyaz yakalı mafya” tabiri bu davayla birlikte siyasi literatüre girdi. Kravatlı adamlar, ihaleleri köşe kapmaca gibi bölüşüyordu.

İspanya'da ise Gürtel Skandalı, muhafazakâr Halk Partisi’ni sallamakla kalmadı, hükümeti de düşürdü. 2009’da patlayan bu dosyada, iş adamlarıyla siyasetçilerin el ele vererek kamu kaynaklarını nasıl yağmaladığı ortaya çıktı. Dava sonunda toplamda 351 yıl hapis cezası verildi. Rajoy’un 2018’de düşen hükümeti de bu çöküşün siyasi bedeliydi.

Tüm bu yaşananlar, Avrupa siyasetinde de yolsuzlukların, çıkar ağlarının, güç şehvetinin pekâlâ mevcut olduğunu gösteriyor. Yani “Bizde olur, Avrupa’da asla!” cümlesi çok da geçerli değil. Elbette yapılar daha dirençli, kurumlar daha bağımsız; ama insan zaafı evrensel. Sistemler güçlü olabilir ama o sistemin içindeki insan hâlâ aynı insan.


Bunlar oldu, olmaya da devam edecek. Orman yangınları da oluyor; hem Kaliforniya’da hem Yunanistan’da yaşananları birlikte izledik. Din ve inanç eksenli skandallar da dünyanın her yerinde var. Bazen kendimizi çok özel bir yere koyuyor, dünyanın merkezindeymişiz gibi davranıyoruz.

Ben bu ilk yazımda, “İkinci Cumhuriyet”te özellikle dindarlık meselesi neye dönüşebilir, ona bir kapı aralamak istiyorum.

AKP iktidarı süresince yaşananlar, dindarlara öteden beri mesafeli olan, hatta yer yer “din düşmanı” diyebilecek kadar ileri gidebilen seküler kesime karşı, makul kesimdeki insanların dindarları savunamayacak hale geldiğini gösterdi.

Öyle ki dindar olmasa da, ülkede liberal kimliğiyle tüm inanç sistemlerinin yaşam hakkını savunan makul kitleler bile bu olup bitenler karşısında, “azılı seküler” kesime söyleyecek söz bulamaz hale geldiler.

Maalesef bu kutuplaşma, kurulacak olan “İkinci Cumhuriyet” rejimini dindarlar için bir açık hava hapishanesine dönüştürecek. Bugünden bunları söylemek zor, ama dışardan bakıldığında Türkiye’nin sanılanın aksine hiçbir zaman bir din devleti olamayacağı aşikâr. Eninde sonunda yeniden seküler aksına oturacak. Ancak bu kez dindarlar için, o çok mağduriyetini yaşadıkları Birinci Cumhuriyet bile bir “tatlı nostalji” olarak anılır hale gelecek.


Bugünlük bu kadar. Kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Yorumlar


bottom of page